“Her birimiz yalpalayan bir kusur yığınıyız. Bu kusurları kucakladığımızda, kendimize nazik davrandığımızda ve insan olmanın kusurlu olmak demek olduğunu kabullendiğimizde, mükemmeliyetçiliğin üzerine koca bir balyoz indiririz.”
Thomas Curran’ın sarsıcı ifadesi, çağımızın görünmez bir salgını hâline gelen mükemmeliyetçilikle mücadelede, adeta varoluşsal bir panzehirdir. Bu cümle, bireyin kendilik bilinciyle yüzleşmesinde, hakiki özgürlüğün yol haritasını sunar. Çünkü modern birey, kusursuzluk mitinin peşinde sürüklenirken kendi doğallığından, kırılganlığından ve en önemlisi öz-benliğinden uzaklaşır.
Mükemmeliyetçilik; bireyin yalnızca başkalarının beklentilerine değil, kendi içsel yargılarına da mahkûm oluşudur. Sosyal medyada paylaşılan pürüzsüz karelerin, filtrelenmiş hayatların ve yapay gülümsemelerin ardında; çoğu zaman bastırılmış eksiklikler, derinleşen değersizlik duyguları ve kendine yönelik acımasız eleştiriler saklıdır. Dijital vitrinlerde sergilenen yaşamlar, mükemmeliyetçiliğin görünmez elini daha da güçlendirir. Her “beğeni”, bir ölçü birimine; her “hikâye”, bir performans gösterisine dönüşür. Böyle bir dünyada birey, kendi iç sesinden çok, dış dünyanın onayına kulak verir. Sosyal medya, öznel gerçekliğimizi nesnel bir yarış alanına dönüştürürken, bireyler en özgün yanlarını saklayıp, en steril hâllerini vitrine koyar. Bu, yalnızca dijital bir algı problemi değil; aynı zamanda ruhsal bir yabancılaşma hâlidir.
Bu noktada Curran’ın “yalpalayan bir kusur yığını” metaforu, insana dair evrensel bir hakikati işaret eder. İnsanın doğasında bulunan eksiklik, yalnızca giderilmesi gereken bir açık değil; aynı zamanda yaratıcı potansiyelin, empatik bağların ve varoluşsal derinliğin de kaynağıdır. Kusurluluğumuz, bizi ötekine yaklaştırır; çünkü ancak eksik olan tamamlanmayı, ancak kırılmış olan onarılmayı arar. Japonların Kintsugi sanatında olduğu gibi, kırıklarımızı altınla birleştirerek daha kıymetli ve özgün bir bütün inşa edebiliriz.
Bu kabul, gelişimin ve öğrenmenin ilk adımıdır. Zira mükemmeliyetçiliğin yarattığı baskı, çoğu zaman bireyi hareketsizliğe ve sürekli bir erteleme hâline sürükler. Hata yapma korkusu, yeni yollar deneme cesaretini köreltir. Oysa kusurlar, bireyin en samimi aynasıdır; onları görüp kabullenmek, özgünlüğe ve içsel bütünlüğe giden yoldur.
Felsefi açıdan bakıldığında, mükemmeliyetçilik bir varlık yanılsamasıdır. Heidegger’in deyimiyle, insan “dünyaya fırlatılmış bir varlık”tır; eksiktir, belirsizlikle kuşatılmıştır ve bu haliyle anlam arayışı içindedir. Kierkegaard’a göre ise, birey kendi çelişkileriyle yüzleşmeden hakikate ulaşamaz. Kusursuzluk miti ise, bu hakikati inkâr ederek bireyi kendi varlık koşullarından koparır. Böylece birey, var olan değil, olması beklenen bir figüre dönüşür. Bu dönüşüm, hem bireyin içsel uyumunu bozar hem de toplumsal ilişkileri yapaylaştırır.
Kusurlarıyla barışan insan, yalnızca kendine değil, başkalarına da daha anlayışlı olur. Empati, mükemmeliyetçiliğin törpülenmesiyle yeşerir. İlişkiler, performans gösterileri olmaktan çıkar; sahiciliğin, kırılganlığın ve kabulün mayasında derinleşir.
Elbette bu kusurları kucaklamak, gelişimden vazgeçmek anlamına gelmez. Aksine, bireyin en otantik ve sürdürülebilir gelişimini mümkün kılar. Çünkü bu yolculuk, dışsal başarı hedeflerine değil; içsel denge, öğrenme merakı ve öz-şefkate dayanır. Mükemmeliyetçilik ise bireyi, “yeterli” olmaktan çok, “yetememek” duygusunun girdabına iter. Oysa gelişim, yalnızca güçlü yanlarımızla değil, zaaflarımızla yüzleştiğimizde mümkün olur.
Bugün, dijital çağın gürültüsünde, algoritmaların yönlendirdiği mükemmel standartların gölgesinde yaşıyoruz. Bu gölge, ruhumuzu bizden uzaklaştırıyor. Zihinlerimiz “başkası gibi ol” komutuyla şekillendirilirken, gerçek benliklerimiz sessizliğe gömülüyor. Ancak içimizdeki o derin, o kadim ses hâlâ orada: “Olduğun hâlinle değerlisin.”
Ve belki de özgürlüğün gerçek anahtarı, işte tam burada yatıyor: Kusurlarımızla barışmakta, kendimizi nazikçe kucaklamakta ve insan olmanın kaçınılmaz kırılganlığını bir erdem olarak görebilmekte. Her birimiz, o “yalpalayan kusur yığınları” olarak; birlikte iyileşebilir, birlikte dönüşebiliriz.
Çünkü belki de en değerli varlık, mükemmel değil; kırılmış ama onarılmış, savrulmuş ama yeniden yön bulmuş olan varlıktır.

“Duygularımız artık emojilere sığdırılmak istenen köpükler gibi; parlıyorlar ama çabucak yok oluyorlar.”

“Mükemmeliyetçilik, içten çürüyen ama dıştan parlayan görünmez bir zırhtır; giydikçe bizi bizden ayırır.”

“İçimizdeki benlik, kırık bir aynadan bakar hayata; bütün sandığımız yansımalar, aslında dağılmış parçalardan ibarettir.”

“Kusurlarımız, yaşamın bize çizdiği haritalardır; her çatlak, bir yön, her yara, bir durak.”
Bir yanıt yazın