Jung’un uyarısı ve kadim bilgeliğin yankılarıyla varoluşsal bir yeniden inşa

“İnsan anlamsız bir yaşama tahammül edemez.” Carl Gustav Jung’un bu net ve sarsıcı tespiti, modern ruhun labirentlerinde istikametini yitirmiş bizlere adeta bir projektör tutuyor. Bu, yalnızca bir psikolojik durum analizi midir, yoksa varoluşumuzun en temelindeki bir açlığa, bilincimizin derin katmanlarına kazınmış bir tür manevi DNA’mıza mı işaret etmektedir? Jung, bu veciz sözüyle, anlamın hayatımızdaki o devasa, o ikame edilemez rolü üzerine bizleri derin bir tefekküre davet eder. Peki, nedir benliğimizi iliklerine kadar sarsan bu “anlamsızlık” hissi? Ve neden onsuz bir varoluş, ruhumuz için adeta oksijensiz kalmakla eşdeğerdir?

Belki de anlamsızlık, ruhun kendi içindeki bir yankı odasında sıkışıp kalmasıdır; sesinizin size bir mana fısıldamadan geri döndüğü, eylemlerinizin evrenin sonsuzluğunda bir iz bırakmadan silindiği, varlığınızın adeta görünmez olduğu o ürkütücü, o dipsiz boşluk. Bu, hayat gemisinin pusulasız kalarak varoluşsal bir fırtınanın ortasında amaçsızca çırpınması, bilincin kendi ağırlığı altında ezilmesidir. İnsanın hamurunda, onu diğer tüm varlıklardan ayıran o muazzam “anlamlandırma” cevheri, o bilinçli farkındalık olmasaydı, belki de bu durum bu denli can yakıcı olmazdı. Fakat bizler, yaşadığımız her anı, her deneyimi bir desene oturtmaya, onlardan bir mana damıtmaya, hayatı okunabilir bir metne dönüştürmeye içgüdüsel olarak meyilli varlıklarız. Anlamsızlık ise, bu en temel insani ve zihinsel gayretimizin üzerine çöken bir sis perdesi, varoluşsal bir pus, bilincin kendi ışığını yitirmesidir.

Doğu ve Batı düşünce atlaslarının nice kutup yıldızı, kadim bilgelik metinlerinde tam da bu sisin içinde yolunu bulmaya çalışan, hakikate susamış bir ruhun portresini çizer. O derin şüpheler, o kemirici tatminsizlik ve anlama duyulan o dinmez özlem… Nihayetinde kalbin, aşkın bir sezgiyle, içsel bir aydınlanmayla sükûnet bulduğu o sancılı arayış hikayeleri, bu evrensel ihtiyacın en dokunaklı tanıklarıdır. Demek ki anlam ihtiyacı, insanın varoluşsal öz-yapısına, ruhunun en derin ve bozulmamış katmanlarına silinmez bir biçimde nakşedilmiştir. Nice mistik düşünürün çağrısı boşuna değildir; özünü, yani varoluşsal hakikatini yitiren kimse, zamanın ve mekanın labirentlerinde kaybolmuş bir halde, o yitik manayı arar durur. O “asıl” olan, hayatın damarlarına can veren, varoluşa değer katan anlamın ta kendisi değil de nedir?

Nice kadim öğreti de bu evrensel hakikati farklı dillerle teyit eder; evrenin ve varoluşun rastgele bir oyun veya kör bir tesadüf olmadığını, her zerrede bir gaye, bir nizam ve bir sanatın gizli olduğunu fısıldar. Öyleyse “yaşamak”, biyolojik bir mevcudiyetin çok ötesinde, hayatın ham maddesinden bir şaheser yontma, kendi varoluşsal senfonisini besteleme sanatına dönüşmelidir. Her bir soluk, her bir tecrübe, bu eşsiz şahesere vurulan bir keski darbesi, bu senfoniye eklenen bir nota gibidir. Peki ya “inanmak”? Bu, dogmatik bir kabullenişten ziyade, insanın kendi içindeki o sınırsız yaratıcı potansiyeli bir filiz gibi yeşertme azmi; evrensel hakikatlere, aşkın bir düzene ve hayatın kutsallığına yönelik derin bir güven ve bağlılık hissidir. Hayat, bazı düşünürlerin deyişiyle, “sürekli bir oluşum ve yaratımdır.” Bu yaratıcı eylem, ancak böyle bir imanla, yani varoluşsal bir çapa gibi bizi hakikate ve değere demirleyen o sarsılmaz güvenle hayat bulur.

Günümüz dünyası ise, sunduğu sonsuz seçenekler ve baş döndürücü hızla bir yandan zihnimizi uyarırken, diğer yandan ruhumuzu bir tür “anlam yorgunluğuna” ve yüzeyselliğin ayartıcı girdabına maruz bırakıyor. Bilgi kirliliği, tüketimle pompalanan sahte mutluluklar, anlık ve geçici hazlar… Tüm bunlar, o derin, o köklü anlam arayışımızı daha da çetrefilli, daha da zorlu bir hale getirmiyor mu sizce de? Modern insan, belki de hiç olmadığı kadar özgürlük yanılsaması içinde, ama bir o kadar da yapayalnız kendi anlamını var etme, bu içsel pusulayı kalibre etme serüveninde. Çoğu zaman bizlere sunulanlar, serap gibi parıldayan ama ruhumuzun o en derin susuzluğunu gidermeyen, geçici vaatlerden ibaret kalıyor.

Peki, bu varoluşsal kuraklıktan, bu mana yitiminden nasıl bir çıkış yolu bulacağız? Kendi “anlam mimarimizi” hangi temel üzerine, hangi manevi ve zihinsel malzemeyle inşa edeceğiz? Belki de ilk harç, kadim bilgeliklerin “kendini bilme” olarak tarif ettiği o eşsiz içsel keşiften gelmeli. O derin söz ne kadar da manidar: “Kendini tanıyan, varlığın özünü ve hakikatini de tanır.” Kendi varlığının sınırlarını, potansiyelini ve gölgelerini idrak eden, aynı zamanda ruhuna üflenmiş o aşkın potansiyelin ve sorumluluğun farkına varan insan, mevcudiyetinin sıradan bir tesadüf olmadığını, daha ulvi bir gayeye, daha derin bir anlama hizmet edebileceğini derinden hisseder.

Kendini bu derinlikte tanıyan bir ruh, kaçınılmaz olarak bireysel varlığının dar sınırlarını aşarak, her şeyin temelindeki o Bir’lik idrakine, o evrensel bütünlük okyanusuna açılma arzusu duyar. Anlam, en çok da kişisel varlığımızı aşan, bizi Mutlak Hakikat’e, Yüce Kaynak’a veya Evrensel Bilinç’e bağlayan o aşkın rabıtalarla güçlenir ve derinleşir. Nice düşünürün eserlerindeki o dokunaklı ifadeler, ruhun o ilahi kaynaktan ayrı düşüşünün melankolisini ve ancak O’na, yani varlığın kökenine vasıl olduğunda gerçek sükûneti ve anlamı bulacağını anlatmaz mı?

Anlam, sadece kalpte hissedilen soyut bir duygu, geçici bir vecd hali değil, aynı zamanda hayatın her alanına yansıyan bir eylem rehberi, bir vicdan pusulasıdır. Sanatla, bilimle, felsefeyle, bir başkasının derdine derman olmakla, adaletsizliğe karşı durmakla… Bir şeyler üretmek, her eylemi bir tür içsel mükemmellik ve sorumluluk (“ihsan”) şuuruyla kuşanmak – yani her edimi, evrensel değerlere ve vicdanın sesine layık bir şekilde, en güzel niyet ve en kamil ustalıkla yapmak – dünyaya silinmez, mana dolu bir imza atmaktır. Evrensel bir ilke olarak, “insan için ancak kendi çabasının, kendi eyleminin karşılığı vardır” düşüncesi, bu gayretin, bu samimi çabanın asla zayi olmayacağını müjdeler.

Elbette, bu anlamı inşa etme ve yaşatma süreci, dikensiz bir gül bahçesi vaat etmez. Hayatın kaçınılmaz imtihanları, sarsıcı zorlukları, kayıplar ve trajediler… İşte bunlar, o anlam mimarisinin en çetin ama aynı zamanda en dayanıklı ve en değerli taşlarıdır. Kadim irfan geleneklerinde sabır ve metanet, bu zorluklar karşısında sadece pasif bir direniş değil, aynı zamanda onları birer tekamül basamağı, birer mana ve bilgelik dersi olarak okuyabilme sanatıdır. Nice öğreti, en zifiri karanlıkların bile ardında bir şafağın gizlendiğini, en dar geçitlerin bile bir ferahlığa ve daha derin bir anlayışa açıldığını fısıldar. Unutmayalım, büyük düşünürlerin de işaret ettiği gibi, imtihanlar ruhu biler, kalbi saflaştırır ve bizi hakikate, kendi özümüze bir adım daha yaklaştırır – yeter ki o imtihanlara, içsel bir aydınlanmanın ve sarsılmaz bir güvenin ışığında, bir mana penceresinden bakabilelim.

Son tahlilde ne mi kalır? Jung’un o keskin ve zamanı aşan uyarısı, bizi varoluşun edilgen bir kurbanı olmaktan çıkarıp, kendi anlamımızın aktif bir mimarı, kendi hayat senaryomuzun bilinçli bir yazarı olmaya çağırıyor. Evrensel kadim bilgelik ise, bu mimarlık serüveninde bize hem en sağlam temeli hem de en güvenilir yol haritalarını sunuyor. Anlamsız bir hayat, ruhsal bir çoraklaşmadır; insanın iç dünyasının kuruması, kalbinin ve zihninin katılaşmasıdır. İnsan ise, doğuştan gelen o aşkın potansiyel (Ruh) sayesinde bu çoraklığa başkaldırmaya, kendi manevi baharını yeşertmeye, bir nevi varoluşsal “yeniden doğuş” yaşamaya programlanmıştır. Bu, kesintisiz bir tefekkür, halis bir niyet, yorulmak bilmez bir gayret ve hayatın gizemine karşı derin bir saygı ve güven gerektirir. İşte bu “anlam mimarlığı” çabası, hayatı sadece “katlanılabilir” bir yük olmaktan çıkarır; onu Aşkın Olan’a adanmış, her bir nefesiyle “yaşanmaya değer”, mana dolu, bereketli bir yolculuğa, bir şahesere dönüştürür.

Ve her birimiz, bu eşsiz varoluşsal eseri, evrensel değerler ve kendi vicdanımızın ışığı doğrultusunda, kendi özgün üslubumuzla ortaya koymakla yükümlü birer sanatçı, birer mimar değil miyiz aslında?

28 Mayıs 2025

Bu gönderiyi Instagram'da gör

Fatih KALLEM (@fatihkallem)'in paylaştığı bir gönderi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir