Bu yazı, dijital çağın hız ve yüzeysellik tuzağında aile ve toplumun kırılganlığını sorgulayan bir denemedir. Aynı zamanda, 2011 ve 2013 yıllarında kaleme aldığım “Eldeki Anahtar Bu Kilidi Açar” ve “Kaotik Aileler” başlıklı yazılarımın 2025 koşullarında güncellenmiş bir yansımasıdır.
Çağımızın üzerine düşen gölge olan dijital devrim, hayatlarımızı kökten dönüştürürken, insan ruhunun en kadim sığınakları olan aile ve toplumu da amansız bir sınava tabi tutuyor.
O bir zamanlar “sıcak bir yuva”, değerlerin nesilden nesile aktarıldığı kutsal bir ocak olarak bildiğimiz aile, şimdilerde bu dijital sislerin ardında kendi varoluşsal anlamını mı yitiriyor? Ve bireyleri birbirine görünmez bağlarla kenetleyen, ortak bir kader ve mana etrafında birleştiren toplum, hızla geçici menfaatlerin hüküm sürdüğü bir pazar yerine mi dönüşüyor? Bu sorular, sadece bir sosyolojik analizden öte, her birimizin iç dünyasında yankılanan, acil cevaplar bekleyen birer çığlıktır adeta.
Aile kurumunun o koruyucu ve besleyici dokusunun giderek inceldiğine, hatta yer yer söküldüğüne şahit oluyoruz. Ebeveynler, çocuklarının başarılarını sanal vitrinlerde sergilerken, o çocukların kalplerinde kopan fırtınalardan, dile getiremedikleri incinmişliklerden ne kadar haberdarlar? Emojilerin, gerçek duyguların ve içten sohbetlerin yerini aldığı bir dünyada, aynı çatı altında yaşayan ama ruhları birbirine fersah fersah uzaklaşmış bireylerin oluşturduğu topluluklara “aile” demek ne kadar mümkün? Fiziksel olarak bir arada, belki aynı sofranın etrafında ama her biri kendi ekranının hipnotik ışığına hapsolmuş zihinler… Bu, modern ailenin trajedisi değil de nedir? O sıcak yuva, adeta dijital akıntıların ortasında kalmış, köklerinden koparılma tehlikesiyle karşı karşıya bir salkım söğüde benzemiyor mu?
Toplumsal yapı da benzer bir erozyonla karşı karşıya. Güvenin, toplumu toplum yapan çimentonun yerini, her köşe başında bir aldatmaca, bir manipülasyon korkusunun kol gezdiği bir iklim almış durumda. Sosyal medya platformları ve dijital akımlar, adeta birer değer fabrikatörü gibi çalışıyor; ancak ürettikleri değerler, kalıcı ilkelerden ziyade, rüzgârla savrulan saman çöpleri gibi geçici ve yüzeysel. Algoritmaların fısıltıları, kitlelerin inançlarını şekillendirirken, hakikatin ölçüsü doğruluğundan ziyade popülaritesiyle belirlenir hale geliyor.
Sadece bir bilgi kirliliği değil, aynı zamanda zihinlerin ve vicdanların bir nevi ipotek altına alınmasıdır. Böyle bir zeminde, toplum, ruhani bağları kopmuş, sadece fiziksel olarak bir arada duran, her an dağılmaya hazır bir kalabalığa dönüşme riski taşıyor; bir zamanların ahenkli senfonisi, yerini kulakları tırmalayan bir kakofoniye bırakıyor sanki.
Bu dijital çağın iletişim biçimleri ise, bizleri daha derin bağlar kurmaya değil, tam tersine yüzeyselliğin sığ sularında oyalanmaya itiyor. Anılar, dijital albümlerin soğuk piksellerine; sohbetler, mesaj kutularının geçici arşivlerine; duygular ise, ruhun derinliklerini yansıtmaktan aciz emojilerin sınırlı kalıplarına hapsediliyor.
Asıl mesele, modern hayatın o baş döndürücü hızı ve bu hızın doğurduğu yüzeysellik. Kendimizi tanımadan, iç dünyamızın zenginliklerini keşfetmeden, hayatı adeta bir tüketim nesnesi gibi hızla geçiştiriyoruz. Özellikle çocuklarımız, kendi kimliklerinin eşsizliğini keşfetmek yerine, başkalarının sanal âlemde kurgulanmış, parlatılmış yaşamlarını izleyerek büyüyorlar. Bu, ruhun kendi özüne yabancılaşması, bir nevi dijital sürgün değil midir?
Peki, bu dijital sislerin ve varoluşsal kuraklığın ortasında bir çıkış yolu yok mudur? Aile ve toplumun yitirilen değerlerini yeniden yeşertmek, o kaybolan sıcaklığı ve güveni tekrar tesis etmek mümkün değil midir? Elbette mümkündür. Ancak bu, uykudan uyanır gibi bir silkiniş, bilinçli bir yeniden inşa iradesi gerektirir. Aileler, fiziksel birlikteliğin ötesinde, zihinsel ve duygusal bir kenetlenmeyi, ruhların birbirine şefkatle dokunduğu bir ortamı yeniden tesis etmeli. Çocuklarımızı sadece başarıya değil, asıl mutluluğa, içsel değere ve erdeme yönlendirmeliyiz. Toplum olarak, sadece kriz anlarında hatırlanan geçici dayanışmalar yerine, gündelik hayatın her anına sinen bir şefkat, bir empati, bir yardımlaşma ahlakını yeniden canlandırmalıyız.
Güven ve paylaşım, o kadim pınarlardan beslenerek yeniden hayat bulmalı; insanlar birbirlerini gerçekten dinlemeli, anlamaya çalışmalı. İlişkiler, anlık ve menfaat odaklı etkileşimlerin sığlığından kurtulup, ruhların derinliklerinde kök salan samimi bağlara dönüşmeli.
Kaybettiğimiz o insani cevheri geri kazanmak, bilinçli tercihlerle, sarsılmaz bir azimle ve tükenmez bir inançla mümkündür. Belki de bu, çağımızın en büyük sınavı; dijital çağın ayartıcı gölgelerine karşı, insanın kadim bilgeliğini ve ruhunun ışığını yeniden kuşanma mücadelesidir. Her birimiz, bu dijital fırtınanın ortasında, ruhumuzun limanını korumakla ve o limandan yeni, daha aydınlık bir geleceğe yelken açmakla mükellefiz.
Yıllar önce de söylediğim gibi eldeki anahtar bu kilidi açar..
15 Mayıs 2025

Bir yanıt yazın